TR
Search
BİLGİ BANKASI

‘Made in America’ Hızlı Moda’ya karşı

ABD’li firmalar kan kaybediyor.

Bu ayın başlarında elektronik perakende markası Nasty Gal sevenlerini iflas haberiyle şok etti. Orijinal tasarımlar ile birlikte diğer firmaların nostaljik ürün ve parçalarını satan elektronik ticaret sitesi yenilikçi markalaşma sayesinde zamanında sosyal medyada çok sevilir olmayı başarmıştı.

American Apparel, markanın popülerliğine rağmen bir süredir içten içe kaynamaktaydı yani bugünkü kötü durumu aslında çok da şaşırtıcı değildir. Pek çok firma finansal çöküşlerini yasal sorunlar ve yanlış yönetim gibi nedenlerle açıklarken aslında başka büyük bir faktör daha bulunmaktadır: Bu markaların çoğu üretimlerini Amerika içinde yapmaya devam etmektedir.

“Made in USA” etiketi yüksek maaşları ve yönetim masrafları nedeniyle firmalara çok pahalıya mal olmaktadır. Hızlı moda markaları benzer tasarımları finansal açıdan hiç zorlanmayacak şekilde piyasaya sunarken orta ölçekli markalar mevcut durumlarını korumaya çalışmaktadır.

Örneğin bir indirim ve fabrika fiyatına satış tedarikçisi olan TJX yalnızca 2015 mali yılında yaklaşık 31 milyar dolarlık gelir elde etmiştir. Artık günümüzde dünyadaki her altı kişiden birinin küresel moda endüstrisinin bir yerinde çalışıyor olması şaşırtıcı değildir. Bu da sektörü; özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki özellikle Asya ülkelerindeki insan gücünden beslenen, Batı isimlerinin egemen olduğu emeğe bağlı bir endüstri haline getirmektedir. Dünyanın her yerinde bulunan fabrikalardaki çalışma koşullarını gözlemleyen bağımsız bir çalışma hakları kuruluşu olan Çalışan Hakları Konsorsiyumu’na göre H&M Bangladeş’teki en büyük hazırgiyim üreticisi konumundadır.

1960’lara kadar Amerika giysilerinin %95’ini Amerika’da üretmekteydi. 2015 yılında ise Amerika’da tüketilen ürünlerin yalnızca %3’ünün Amerika’da, kalan %97’sini ise Amerika dışında üretilip ithal edildiği görülmektedir. Hızlı moda tedarikçilerinin çoğu üretim faaliyetlerini düşük maaş ve serbest ticaret anlaşmaları nedeniyle Bangladeş, Hindistan, Kamboçya ve Vietnam gibi ülkelere kaydırmanın daha mantıklı olduğunu düşünmektedir.

“Ne kadar ucuz o kadar karlı” anlayışı aynı zamanda Amerikalıların ucuz olduğu sürece kıyafetlerin nasıl yapıldığını umursamamasından da kaynaklanmaktadır. Gerçekten de yakın zamanda gerçekleştirilen bir kamuoyu anketinde Amerikalı tüketicilerin %55’i alışveriş yaparken giysilerin nerede üretildiğine dair herhangi bir çaba harcamadıklarını belirtmiştir. Yeni firmalar da bu gerçekliğin farkında olarak yerel üretimin finansal risklerini alma konusunda çekinceli davranmaktadır. Hazırgiyim ve tekstil sektörlerini konu alan bir ticaret dergisi olan Sourcing Journal Online’ın kurucusu Edward Hertzman, Business of Fashion’a konuyla ilgili olarak fikirlerini şu şekilde belirtmiştir: “Tüm sektör daha ucuz fiyatlar talep ediyor. Markalar açık bir şekilde olayın bu olmadığını söylese de açıklanmamak şartıyla istediğiniz bir yerdeki istediğiniz bir fabrikaya mevcut en büyük problemlerini sorduğunuz zaman size ‘müşterilerinden fiyatları düşürmeleri yönünde gelen yoğun baskı”yı söyleyeceklerdir.”

Mağazalara her hafta gelen yeni ürünlerle iki sezon yerine markaların yılda 52 sezonu bulunmaktadır. Bu nedenle kitlesel üretimi etkili bir biçimde desteklerken fiyatlarını da ucuz tutabilmek için kötü çalışma koşullarına sahip yerleri ve üçüncü dünya ülkelerinde yer alan fabrikaları uygulanabilir ve karlı bir seçenek olarak görmektedirler.

Bangladeş’teki bir fabrika sahibi Observer’a şunları demiştir: “Batı tedarikçileri fiyatlarını ucuzlattıkça bizim de buna boyun eğmekten ve fiyatlarımızı ucuzlatmaktan başka şansımız kalmıyor ve bu da doğrudan çalışanlarımızın yaptıklarını etkiliyor.”

Güncel olarak, 4 milyondan fazla insan bu kötü çalışma koşullarına sahip yerlerde çalışmaktadır ve Bangladeş’teki ortalama bir işçi ayda yaklaşık 67 $’a yani günlük 2$’dan biraz daha fazlaya çalışmaktadır. Bugün, Bangladeşli işçiler dünya hazırgiyim çalışanları arasında en ucuz ücrete sahiptirler. Buna ek olarak, bu çalışanların %85’ten fazlası sağlık yardımı ya da mali güvencesi olmadan çalışan kadınlardır. Sendikalaşma yasalara aykırıdır ve çalışma koşulları gittikçe dayanılmaz hale gelmektedir. Fakat bu düşük ücretler ve güvenliksiz çalışma koşullarının hepsi en büyük firmalar tarafından ihtiyaç sahibi olan bu insanlara “iş sağladıkları” gerekçesiyle göz ardı edilmektedir. Ne yazık ki, 1100’den fazla kişinin öldüğü Bangladeş Daka’da çöken Rana Plaza gibi trajediler bile bu bakış açısını çok az değiştirebilmiştir.

The True Cost isimli hızlı modayla ilgili belgeseldeki bir röportajda İngiliz yazar ve gazeteci Lucy Siegle konuyla ilgili fikirlerini şöyle belirtmiştir: “Tedarik zincirini yeniden oluşturmaya dair fırsatlar kaçırılmıştır ve ben Rana Plaza ölçeğinde bir facianın yeniden gerçekleşmeyeceğine dair bir güvence verebilecek durumda değilim. Yüzlerce insan Rana Plaza ve hazırgiyim endüstrisi tehlikeli olmaya devam ettiği için hayatlarını kaybetti, birçoğu yaralandı ya da sağlıklarını tehlikeye attı.”

Multi trilyon dolarlık bir endüstrinin çalışanlarına adil yaşam ücretini sağlaması ve en temel insan haklarını garanti etmesi ne kadar zor olabilir?

The True Cost’un yönetmeni Andrew Morgan şunları söylemiştir: “Pek çoğumuza kötü çalışma koşullarına sahip yerlerde çalışmanın bir sıfır toplamlı oyun olduğu söylendi. Ya koşulları iyileştirecek ya da işleri ellerinden alacaktık. İşçilerin sahip olduğu insan haysiyetine ve hepimizin ev olarak adlandırdığı bu gezegenin uzun vadeli sağlığına saygı duyan koşulları yerine getirirken bu işleri korumak için daha iyi sistemler inşa edebiliriz. Küreselleşmenin sonuçlarını, insan ve kadın haklarıyla yüzleşmeye bizi zorlayacak başka bir sektör düşünemiyorum.”

Bu kusurlu tedarik zincirinin tüm tehlikeleri en altta olan ve en korunmasız olanlar yani bu zincirin bir halkası olmaktan başka bir şansı olmayanlar tarafından çekilmektedir. Bu kişiler bizim satın aldığımız ucuz kıyafetlerin bedelini ödeyenler. Yine de en tepeden başlayarak sektör yavaş ama kararlı bir biçimde değişmektedir. İmalat uygulamalarını değiştirme çabasında yavaş da olsa belirgin bir değişim yaşanmaktadır. Stella McCartney gibi en iyi tasarımcıların arkasındaki marka olan Kering, sürdürülebilirlikle birlikte moda dünyasına yeni bir yol açmıştır. Bu yılın başlarında Burberry 50 milyon £’lik bir yatırımla üretiminin çoğunu Kuzey İngiltere’ye taşıyıp genişletmeyi planladığını açıklamıştır. People Tree, Brooks Brother ve Zady gibi firmalar sürdürülebilirlik yarışında lider olan Reformation’a yetişmektedir. 

Dünyanın en büyük ticaret fuarı firmalarından biri olan Messe Frankfurt tekstil ve tekstil teknolojileri yardımcı başkanı Olaf Schimdt Berlin’de Etik Moda Show isimli bir fuar düzenlemekte ve sürdürülebilirliğin artık pek çok tüketici için önemli bir etken olduğu gerçeğini belirtmektedir. “Tüketiciler artık geniş bir yelpazede sürdürülebilirliğe yönelmiş günümüz moda markaları içerisinden istediklerini seçebilir durumdadır. Örneğin, ticaret fuarlarımızda 160’tan fazla sürdürülebilir ve şeffaf bir şekilde çalışan marka her sezon koleksiyonlarını sergiliyor.”

Sürdürülebilirlik ve insan odaklı alışverişe yönelik en büyük adımı atacak olanlar müşterilerdir. “Made in USA” etiketi daha pahalı bir fiyata mal olsa da daha etik olduğu kesindir.